Tarih anlatısı istisnalar olmakla birlikte Heredot ve Thukididis’ten ilhamla büyük şahsiyetler, savaşlar, zaferler ve yıkımlar üzerine kurulmuştur. Kralların hayatı ya da savaşlar kendi başına değerli ve geleceğe aktarma zahmetine katlanılır görüldüğünden tarih yazımı bu eksende gelişmiştir. Bir köylünün, sıradan bir zanaatkârın ya da kölenin hayatı bir büyük anlatıyla temas etmediği müddetçe anlatılma kıymetinden yoksun sayılmıştır. Hatta muhtemelen tarihçinin, bir zaferdense değirmenciyi mi araştırsam biçiminde endişe ya da kafa karışıklığından hiç muzdarip olmadığı, haliyle tercihlerden çok uzak bir kortejde sıralandığı da söylenebilir. Buna rağmen değirmencilerin ya da tacirlerin ele alındığı tarih çalışmalarına geçmişte de rastlanabilir ama bu bahsi geçen kişileri kavramsal bir iddia içinde inceleyen, bir sistem ve çevre bağlamında tematik zeminde değerlendiren araştırmalar için 18. yüzyıla kadar beklemek gerekecektir.
Tarihi siyasal aktörlerin bağımsız eylemlerinin dışına çıkartıp, etraflıca incelemeye taraftar olan ekollerden birisi Annales Okulu’ydu. Onlara göre tarih kişilerin müdahalesi, büyük öznelerin çabasıyla kurulan bir anlatıdan çok daha fazlasıydı ve sadece siyasal olanla sınırlanması pek çok şeyin gözden kaçmasına neden olmaktaydı. Çocukluğun tarihine yönelik araştırmaların kurucu metinlerinden birini bu ekolün içinden olan Philippe Aries’in yazması bu açıdan şaşırtıcı değildir.
Aries 1960 yılında yayınlanan Çocukluğun Yüzyılları kitabında, 17. yüzyıla kadar çocuk kimliğinin tanınmadığını söyler. Ona göre çocuklar yetişkinlerle aynı zaviyede görülüyor ve onlar için ayrıca bir çabaya girilmiyordu. Bilinen tamlamayı kullanacak olursak, çocuklar 17. yüzyıla kadar küçük yetişkinler olarak görülüyordu. Sonrasında kendi mevcudiyetinden memnun ve kamusallığını kendi evinin içinde kurmaya pek niyetli burjuvalar sahneye yerleştikçe çocuklar da bu varoluştan nasiplendiler ve bir ada kavuştular.
Yahya Araz Osmanlı Toplumunda Çocuk Olmak isimli kitabında Aries’in çocukluğun Orta Çağ’da tanımlanmadığı ya da küçük yetişkinler olarak bilindiği tezine karşı çıkar. Çocukluk algısını toplumdan topluma değişen bir kültürel inşa süreci olarak formülleştirmeyi önerir.
Aries’in tarif ettiği düzlemin Osmanlı çocuk tarihçilerince de kabul edilmiş bir düşünce şekli olması yazarı, Osmanlı’da çocukluk algısının mutlak biçimde değiştiği kabul edilen 19. yüzyıldan önce de çocukluğun tanınan bir gelişim süreci olduğunu kanıtlamaya sevk eder. Tarihte çocukluğun varlığının tanındığı zamanda nelerin değiştiğini daha iyi görmek için, tarihi periyotları birbirinden eksiltmek yerine bütünleştirmenin daha iyi bir etki yapacağı inancıyla hareket edilir.
Yazarın cevaplamaya çalıştığı araştırma sorusunu Tanzimat’tan ya da 19. yüzyıldaki reformlardan önce Osmanlı’da çocukluğa yönelik bir bilgiden söz edilebilir mi olarak sınırlandırabiliriz. Bu soruya olumlu cevap verilir, çocukluk algısının bir süreklilik içerdiği savunularak gerekçeler sıralanır.
Kitabın ilk bölümünde çocuğun varlığının hem ailede hem devlet ölçüsünde nasıl karşılandığı incelenir. Araştırma bulguları daha çok fetvalar ve mahkeme kayıtlarını takip eder. Sütanneliğin nasıl olması gerektiği, sütannenin çocukla ve ebeveynle kurduğu ilişki, babasını kaybetmiş ya da boşanmış ebeveynlerin çocuklarının velayet hakkı, kız çocuğunun dokuz erkek çocuğunun on iki yaşında yetişkinliğe dâhil olması gibi çocukların hayatının uzantısı olan tutumlardan 19. yüzyılın çok öncesinde söz edilip, pek çok olayın kayda geçirilmesi çocuklara dair algının varlığına ve sürekliliğine gerekçe gösterilir.
İkinci bölümde çocukların edep ve terbiyesi, eğitimi ve yetiştirilmesi ele alınır. Çocukların özellikle terbiye edinmesi için gönderildiği mektepler yaygın ancak zorunlu değildir. Mekteplerde katı disiplin söz konusudur, bir terbiye yöntemi olarak dayağa da başvurulur. Eğitim sistemli ve çok boyutlu dinamiğe 19. yüzyılın başlarında erişir ve zorunlu hale gelir.
Kitabın son bölümündeyse çocuk emeği ve evlatlık edinme üzerinde durulur. Bu bölümde çıraklığın Osmanlı’da yaygın olduğu ve çeşitli kurallarla yürüdüğü anlatılır. Çırakların para kazanmadığı ve sıkça şiddete maruz kaldıkları üstelik bu şiddetin meşru görüldüğü örneklendirilir. Tebenni denilen evlatlık edinme meselesi ve evlatlıkların yaşadığı olaylar aktarılarak çocukluğun çeşitli boyutları aktarılmış olur.
Çocukluğun tarihi yakın zamana kadar ihmal edilen bir alandı. Bir araştırma ilgisinin menziline girmeyen çocukluk, tarih anlayışının dönüşümüyle kendine bir alan temin etti. Yapılan öncü çalışmalar vasıtasıyla alana dair ilgi geliştikçe ve sonraki çalışmalar, ulaşılan sonuçlar iştahı artırdıkça daha derin, daha karmaşık ilişkilerin incelendiği araştırmalar talep edilmektedir. Bu tatmin edilmesi zor arzunun yansıması sayılabilecek kitap, alanındaki incelenmemiş ya da dikkate alınmamış noktalara değinme cesareti göstermektedir.