16. İstanbul Bienali, Yedinci Kıta başlığıyla 14 Eylül’de ziyarete açıldı. Bienal başlığını insan müdahalesiyle Pasifik Okyanusu’nda ortaya çıkan atık yığınına göndermeden alır. Bu yeni kıta 3.4 milyon kilometrekare genişliğine sahip ve çoğunlukla plastikten oluşur. İnsanın yeryüzünü etkileyen önemli bir jeolojik güç haline geldiği çağa antroposen denmekte ve bienal bu kavramdan yararlanmaktadır. Antroposen insan çağı ya da insan devri anlamlarına gelir ve dünyanın yeni bir jeolojik devre girdiğine atıf yapar. Küresel iklim krizi, sömürgecilik pratikleri, savaşlar ve akla gelebilecek diğer büyük problemler bu kavram üzerinden ve içinde değerlendirilir. Haliyle bu felaketlere değinen çalışmaların bienalin genel tonunu belirlediği söylenebilir. Geleceğin geçmişteki problemlere benzer problemler üreteceği beklentisi ya da geleceğin geçmişten de kötü sonuçlara gebe olduğunun tahmin edildiği çalışmalarda umutsuzluk ve karamsarlığın hâkimiyeti hissedilmektedir.
Gelecek sanıyorum, insanlığın bir ufka sahip olmaya başlamasından itibaren korku ve merakların en büyüğünün beklendiği haldir. Bunun içinde yanılgılar, tatminler, değişimler vardır ve korkular her zaman ve neyse ki gerçeğe dönüşmeyebilir. Bienalde bir değişim tespit edilmekte ve neyin içine sürüklendiğimiz bilinmese de bunun bir felaket olarak zannedilmesinden yana bir tavırla genel olarak sergilenen işleri korku belirlemektedir. Ancak bu korkunun reddedildiği ve hatta yeni çağa antroposen yerine yeryüzündeki problemlerin kaynağı olarak kapitalizmi işaret eden kapitalosen kavramının daha doğru olduğunu ifade eden çalışmalar bienalin dengeli ve özenli kurulduğu, tartışmadan kaçmadığı izlenimini vermektedir.
Bienalin küratörü ünlü sanat eleştirmeni Nicolas Bourriaud İlişkisel Estetik isimli kitabında 1990’lı yılların sanatının yeni yönelimlerini sıralar ve güncel sanatın nasıl bir güzergâh takip ettiğini ifade eder. İlişkisel estetiğin yörüngesine dâhil olan yapıtların işbirliğine, etkileşime açık olması, tamamlanmış değil sürekli esere eklenen parça ve formlarla yenilenir olması, seyirciyi özneleştirmesi amaçlanır. Yapıtla birlikte ortaya atılan önermenin, başka fikir ve alanlarla ilişki kurması ve bunların da yine başka fikir ve alanlarla kuracakları ilişkiyle kurulan ağın sonsuza kadar genişletilmesi istenir. Kısacası bu durumda sanat tesadüfî karşılaşmalarla kurulan bir diyalogla yeniden ve başka formlarda başka biçimlerde tekraren kurulur ve ortaya atılan önermelerin gölgesinin olabildiğince geniş alanlara yayılması umulur. Bienaller de en azından söylem düzleminde de olsa buradaki görüşleri benimseyerek faaliyet yürüten organizasyonlardır. Bu açıdan İstanbul Bienali için Bourriaud’nun seçilmesi isabetli duruyor. Bienalin saha raporunda yayınlanan Küresel Isınma Çağında Sanat Üzerine Tezler yazısında, Bourriaud, çeşitli başlıklarla bienaldeki işleri ilişkilendirip, antroposenin bugünün sanatındaki belirleyici yanını göz önüne getiriyor.
Bienal Pera Müzesi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ve Büyükada’daki çeşitli mekânlarda kurulu. Üçüncü mekan olarak Haliç Tersanesi belirlenmiş olsa da, bu mekanda asbest tespit edilmiş olması dolayısıyla bir değişikliğe gidilmiş ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi resmi olarak açılmamasına rağmen bienal mekanı seçilmiştir. Bienalin en büyük yükünü de çalışma fazlalılığından bu müze sırtlamaktadır.
Bienalde sergilenen eserlerden Norman Daly’nin Llhuros Uygarlığı isimli çalışması kapladığı alan ve yarattığı etki açısından bir hayli ağırlık taşımakta. Daly hayali uygarlığını o kadar incelikli düşünmüş ki, sanatından, kültürüne, coğrafyasından, dini figürlerine kadar özenle, bu uygarlığı ve arkeolojik sanat olarak bilinen anlayışı inşa etmiş. Üstelik bunları yaparken arkeolojinin, antropolojinin dilinden yararlanmayı da önemseyerek hayali bir uygarlığının örülmesinde güçlü dayanaklara sırtını yaslamış.
Ozan Atalan’ın Monokrom isimli çalışmasında Üçüncü Köprü, İstanbul Havalimanı gibi yapıların inşası sırasında doğal ortama zarar verecek müdahalelerle bu bölgedeki canlılığın ölümü, mandaların doğal yaşam alanlarının yok olması üzerinden anlatılıyor. Gerçek bir manda iskeletiyle yaratılmaya çalışılan etki, bir video çalışmasıyla çoğaltılır. Aslında doğa-insan gibi ikili karşıtlıklar üzerinden düşünülmeye müsait olan çalışmayı sanatçı, saha raporunda ikilikler olarak ya da yeni normal şeklinde değerlendirmeyi daha uygun görür.
Simon Fujiwara Dünya Çok Küçük isimli eserinde popüler figürlerle maketleri bir araya getirdiği minyatür şehriyle on üç ayrı sahne yaratıyor. Çalışmayı ilginç kılan popüler figürlerin İstanbul civarında bir lunapark imalatçısının çöp kutusunda bulunması ve gündelik eğlence ve mimarinin iç içe geçtiği yapıların inşa edilmiş olmasıdır. Bir kafanın etrafında dönen mekânlar akla, Jeremy Bentham’ın ünlü hapishane projesini getiriyor. Bentham’ın tasarısı tüm hücrelerin bir gözetleme kulesinden seyrine ve mahkûmların bu bakış dolayısıyla kendilerini disipline etmelerine yöneliktir. Buradaki tasarıysa çok daha korkunç çünkü bakış kerteriz alınarak mekân belirleniyor ve bu sayede bakış iyice mutlaklaşıyor.
Bienalde sömürgeciliğin çeşitli hallerine dair eleştirel çalışmalar da yer alıyor. Örneğin Glauco Rodrigues Dünya Görüşü isimli yapıtında kültürün bir sabit, değişmez bir unsur olarak görülmesinin nasıl klişeler ürettiğini göstermeye çabalar. Üstelik bunu tam olarak o klişelerin dilini kullanarak tersine çevirir. Kültürün klişeleşmesinde sorumluluğu olan kortejin en başında, kafasında Brezilya bayrağının renkleri kullanılarak üretilmiş bir taçla görülüyor.
Feral Atlas (Yabanıl Atlas) bilim insanları ve sanatçıları bir araya getiren bir kolektif. Henüz tamamlanmayan ancak buna rağmen oldukça kapsamlı bir çalışmayla bienalde yer almaktalar. Keşif Yolculukları’nı istila olarak gören ve Avrupalı yerleşimcilerin yerel halkın yaşantısını nasıl darbelediğini yansıtan, İmparatorluk çalışmalarında sömürgecilerin bakışını herkesi denetleyebilecekleri bir noktaya ve arkalarına da orduları yerleştiren bu kolektif, sömürünün mekanizmalarını anlatıyor. Bunu sadece yerleşim ya da istila üzerinden anlatmayıp daha geniş bir projeksiyon sunarlar. Örneğin sömürgecilikten bir kertenkelenin dahi kurtulamayacağını, ilk başta onun ismini, sonrasında soyunu tüketmeye yönelik faaliyetlere kadar etkisinin hissedileceğini dile getirirler.
Doğanın değişimi ya da daha çok tercih edilen ifadeyle tükenişi bienalde birçok eserde izlenebiliyor. Elmas Deniz’in çalışması da onlardan biri ancak belki de sadeliğinden kaynaklı çok çarpıcı. Çalışmalarından biri İstanbul’da Şişli’den Taksim’e kadar olan alanı işleyen üç boyutlu topografik bir rölyef. Çalışma artık bugün yok olan dereleri, koyu renk, kasvet ve öfkeyle gösteriyor. Taksim Meydanı’na bu ismin suların taksim edilmesinden yani bölüştürüldüğü nokta olmasından dolayı verildiğini hatırlayınca eserin yarattığı duygu daha da artıyor.
Bienal ziyaretçilerin etkileşimine ve diyaloguna açık, eserlerin dolaylı anlatımıyla yorumların çoğalmasına katkı sağlayacak eserlerden oluşmakta ve 10 Kasım 2019’a kadar görülebilecektir.