Uzak ve geniş bir tarihe sahip koleksiyonculuk arzusu insanın kendini belki başka varlık ya da nesnelerde yeniden var etmesinin yolu olarak okunabilir. Bu arzu bazı örneklerden bildiğimiz üzere öyle bir dereceye ulaşır ki, koleksiyonculuktan sanki musallat olan bir hastalıkmış gibi söz edilir. Ancak işin bir de teknik boyutu vardır; koleksiyon edinme süreçleri, fiyatlandırma, koruma, sınıflandırma, temsil etme vb. İşin arzusundan teknik ve Türkiye tarafına geçtiğimizde Ebru Nalân Sülün’ün bir hayli kapsamlı kitabı Türkiye’de Çağdaş Sanat Koleksiyonculuğu meselenin topografyasını anlatmaya girişir.
1990’lı yıllardan 2010’a kadar olan süreci çağdaş koleksiyonculuk bağlamında inceleyen kitap, ülkemizde koleksiyonculuğunun temel aldığı diğer aşamalara da değinerek sağlam bir araştırmayı okurun dikkatine sunar. Yazar anlatmaya Osmanlı’da sanatı belirleyen güç olarak sarayı işaret ederek başlar ve 15. yüzyıldan itibaren Çin ve Japon porselenlerine karşı gelişen ilgiyi titiz bir koleksiyon oluşturma örneği olarak gösterir.
Matbaanın icadıyla Osmanlı kültürüne yönelik kitapların, giysi albümlerinin Batı’da basılması iki kültürün etkileşiminin artışına neden olur ve koleksiyon oluşturmada kaynak ülke olan Çin ve Japon etkisi azalmaya başlar. Batı’yla yaşanan bu ilişki karşılıklılık içerir. Osmanlı’da üretilen birçok obje Avrupalı koleksiyoncuda hürmete neden olur ve elçiler yoluyla Avrupa’ya taşınan bu nesneler müzelere ve koleksiyonlara dahil edilir. Aynı şekilde Osmanlı da elçiler vasıtasıyla koleksiyonlarını geliştirir ve çeşitlendirir.
19. yüzyılla birlikte, oluşturulan koleksiyonun halka sunulması gündeme gelir ve bunun için mesai harcanır, yöntemler aranır. 1873’te Şeker Ahmet Paşa tarafından gerçekleştirilen ve Osmanlı’da ilk resim sergisi olma vasfına sahip çalışma koleksiyonculuğun temsili ve sanatın görünürlüğü konusunda bilinçlenmeye yarar, geniş kesimlerce izlenir. Bu tarihten itibaren eski eserlerin ve hazinelerin devletlere ve kişilere sunduğu prestijden yararlanmak ve kitleleri yönlendirmek amacıyla koleksiyonlar birçok defa kamuya sunulur, nihayetinde eserlerin kalıcı olarak izlenmesi için müze kurulması fikri yaygınlaşır.
Cumhuriyetle birlikte sanat sadece İstanbul’da değil ülkenin diğer pek çok bölgesinde temsil imkanı bulur. Koleksiyonculuğun geniş kitleler tarafından yapılabilecek bir uğraşa dönüşmesinde, sanat eserine düşük ücretlerle ulaşabilmek kadar bu durum da etkilidir. Erken cumhuriyet döneminde sanata verilen destek, 1950’li yıllarla birlikte azalmaya başlar. O zamandan itibaren oluşan anlayış bugüne gölgesini düşürür ve yerleşir. Bundan sonra sanatın ekonomik tüketiminden, estetik üretimine kadar belirleyici olan özel sermaye olmuştur çünkü. Sanatçılar yarışmalar ya da sponsorluklar yoluyla eserlerine talip bulur ve burjuvazinin zevklerine hitap edecek tarzı yakalamaya çalışır. Örneğin Aliye Berger’in bir bankanın yarışmasında kazandığı birincilik, resim tarihimize soyut resme ilginin arttığı olay olarak geçer. Sanat eserinin belli ölçüde ilgi çekene göre üretilmesi gibi koleksiyonculuk da birbirini destekler özellikte gelişir. Bankaların koleksiyon oluşturması ve kişisel koleksiyoncuların artışı, benzer kuruluş ve benzer sınıfsal kökenden gelenleri ortak davranışa sevk ederek galerilerin 1970’li yıllarda çoğalmasına sebep olur. Sonraki yıllarda sanat eserinin fiyatı bu müdahaleler ve taleple iyice yükseleceğinden orta sınıfa mensup kişiler koleksiyonculuk arzularından vazgeçmeye başlar. Bir arzu ya da prestij nesnesi olarak sanat eserine ulaşmanın maliyetinin artışı fuarları, sergileri ancak büyük sponsorluk anlaşmalarıyla olanaklı kılar. İlki 1987 yılında düzenlenen İstanbul Bienali böyle bir destekle hayata geçirilir ve yaklaşık bir ay sonra başlayacak olan 16’ncısı da öyle olacaktır.
1990’lı yıllara gelindiğinde canlı bir sanat piyasasının oluştuğundan, koleksiyon edinmede kurumsallaşmanın yerleştiğinden, irili ufaklı birçok galerinin açıldığından söz edilebilir. Uzun yıllardan beri tartışılan problem sanat eserinin ekonomik değeri konusu –yaygınlaşmamış olsa da- ekspertiz ve uzman sanat danışmanları yoluyla çözüme kavuşturulmaya çalışılır. Ancak fiyatlar, maliyetler, alım değerleri gibi ekonomik kavramların sanat üzerinde kapladığı alanın artışı, ekonomik problemler ve krizlerden sanatın doğrudan etkilenmesiyle sonuçlanır. Krizler dolayısıyla sanat piyasasında sıkıntılar yaşanmakta, küçük galeriler kapanmak zorunda kalmaktadır. İlginç olan krizlerin koleksiyon oluşturma iştahından bir şey kaybettirmemiş olmasıdır. Sahip oldukları koleksiyonları elden çıkarmak zorunda kalan kişilerin yaşadıkları güçlükleri bu yolla aşmaları sanat eseri edinmenin bir tür sigorta olarak görülmesine neden olur. Bundan dolayı koleksiyonculuk sıkışma yaşayacağı yerde genişlemeye devam eder ve krizlerin telafisi gibi algılanmaya başlar.
2000’li yıllara gelinirken koleksiyon oluşturma koleksiyonun sergilenmesine göre geri plana düşer. Bu tarihten itibaren sermaye sahiplerinin, bankaların ve diğer kuruluşların koleksiyonunu kamuya sunması olanakları tartılır. Koleksiyon kitapları, galeriler ve sergilerin ötesine geçecek arayış çareyi müzeleşmede bulur. Yazar koleksiyon müzesi şeklinde tanımladığı Pera Müzesi, İstanbul Modern, Sabancı ve Elgiz Müzesi’ni bu sürecin yansıması olarak çıkış noktasından koleksiyonuna kadar detaylı olarak anlatır. Bu müzeler sayesinde Türk müzeciliği farklı temsil imkanları, hakim sergileme anlayışının değişimi, dinamik bir ifade kazanmayla dönüşüm yaşar. Neredeyse müzeleşme atılımı denebilecek bir sürece girilerek epeyce yeni müzenin yaşam bulmasına elverişli bir ortamın oluştuğundan söz edilebilir. Bu periyodda koleksiyoncu profili de değişim yaşar ve çağdaş sanata daha çok ilgi duyan, ellerinden klasik eserleri çıkarmaya meyilli, yenilikçi kişiler takip edilir ve önem kazanır.
Yazar koleksiyonculuğun görünür hale geldiği müzayedeler, sergiler, müze ve katalogları derinlemesine inceleyerek, bu kamusallığın özellikle 1990’dan sonraki değişimini gözler önüne serer. Koleksiyoncu profilinin nereden nereye geldiği, özel koleksiyonların hangi tatmin arayışının sonucunda müzelere dönüştüğü, sanat eserinin neredeyse sadece ekonomik bir meta olarak algılanıp tüketilmesi sürecini ve tüm bunların birbirini kapsayarak bütünü oluşturdukları temel ve inşayı yazar genişçe tarif eder.